Soysuz Medya


Türkiye’de 90 yılların başında TRT 2’nin yayın hayatına başlamasından bu yana, medyada yaşanan değişim ileri boyutta. Sosyal medya denilen format ya da formatsız biçimde oluşturan yönüyle bireysel kullanıcılar, sahip oldukları hesaplarla kendilerine sağlam bir yer edindi. Öyle ki bu mecra, bilgi edinme, resmi olmayan referans kaynağı olma, kamuoyu oluşturma ve hatta ulusal medya üzerinde etki oluşturma gibi bir alana dönüştü. Özellikle sol hareketler kendine sosyal medya da geniş bir alan buldu. Reel alana yansıyan biçimde sosyal hareketlerin örgütlenmesi, organize edilmesine yönelik bir araç olarak kullanılmasının yanında düzeyli ve düzeysiz bireysel bakış açılarının yaygınlık kazanması da yine bu yolla oldu. Sosyal medya uzmanlığı gibi tuhaf bir sektörün de bu süreçte ortaya çıktığı görüldü. Her türlü konuda yorum yapmak ya da bunları okumak isteyenlerin başvuru kaynağı olan, bireysel olarak kendini gösterme, çevre edinme, arkadaşlarla iletişim halini sürdürme, popüler olma, bir ürünü pazarlama gibi birden çok alanda sosyal medya bir araç olarak kullanılmaya başlandı. Misyonları, ara yüzleri, kullanım amaçları arasında nüanslar olsa da genel bir adlandırmayla sosyal medya dediğimiz bu yapılar arasında Facebook geçtiğimiz 10 yılda dünya üzerinde birçok kişiyi etkiledi. Ara yüzünde çok kez tartışmalı değişimler uygulasa da sürekli kullanıcı sayısını artırmayı başardı. Son yıllarda ön plana çıkan Twitter da benzer bir etkiyle ünlü, ünsüz birçok kişi tarafından yoğun olarak kullanılmaya başlandı.

Je Veux / ZAZ-Isabelle Geffroy

Donnez-moi une suite au Ritz, je n'en veux pas
Des bijoux de chez Chanel, je n'en veux pas
Donnez-moi une limousine, j'en ferais quoi ?
Offrez-moi du personnel, j'en ferais quoi ?
Un manoir à Neufchatel, ce n'est pas pour moi
Offrez-moi la Tour Eiffel, j'en ferais quoi ?
Je veux de l'amour, de la joie, de la bonne humeur
Ce n'est pas votre argent qui fera mon bonheur
Moi je veux crever la main sur le coeur
Allons ensemble, découvrir ma liberté
Oubliez donc tous vos clichés
Bienvenue dans ma réalité

J'en ai marre de vos bonnes manières, c'est trop pour moi
Moi je mange avec les mains et je suis comme ça
Je parle fort et je suis franche, excusez-moi
Finie l'hypocrisie, moi je me casse de là
J'en ai marre des langues de bois
Regardez-moi, de toute manière je vous en veux pas et je suis comme ça !
Je veux de l'amour, de la joie, de la bonne humeur
Ce n'est pas votre argent qui fera mon bonheur
Moi je veux crever la main sur le coeur
Allons ensemble, découvrir ma liberté
Oubliez donc tous vos clichés
Bienvenue dans ma réalité

Savaşsız Sevişmeler


Kendimi bildiğimden bu yana bu dünya toz duman. Barışın hiç gösterilmediği savaş sahnesi gibi. Hengâmenin içinde savrulan ritimsiz hayatlar... Yitip giden onca can... İçindeyiz hep, "büyüme savaşı” vererek. Zül geliyor anlamlandırmak savaşları. Bazen de vız gelip, tırıs gitse de hayatta zıtlıklar içiçe. Bu savaş hali anlamsız, biçimsiz, yakışıksız. Bu kadar çelişki çok fazla. Böyle bir ortamda günlük şiddete ve şiddetin ileri boyutu  savaşlara karşı sorulacak o kadar çok soru var ki ben en basit olanını soracağım. Bizi savaşlara sokan yöneticilerin tutumuna dair bir soru. Neden hep cinsel dürtü uyandıran bir sahne sansürlenir de Kara Şahin Düştü (Black Hawk Down)  gibi vurdulu kırdılı filmler için buna gerek duyulmaz? Şiddet neden sevişme gibi bir eyleme kıyasla gösterilmekten imtina edilmez? Muhtemel yanıtlar oldukça basit ve can sıkıcı. Sevişmenin savaşanlardan daha tehlikeli görülmesidir herhalde bu sansürü uygulayanların tavrındaki gerekçe. Gerçekten böyle bir algı taşıyorlar mı? Taşıyorlarsa böyle bir algıyı değiştirmek bugünden yarına olabilecek bir şey değil. Bunu biliyoruz, ama somut bir biçimde anlamsızca sevişmenin her türüne egemenlerimizin izleyeceklerimize müdahalesine maruz kalıyoruz. Yanıtları hazır: ailenin temellerinin sarsılmaması. Bu türden sansür mekanizmalarını düzenleyen yöneticinin sadece densizliği mi bu; yoksa toplumca yaratılan bir yanlış algılama mı? İkisi de etkili herhalde. Sevişme sahneleri, çatışmanın ortasında kopan bir uzuvdan fışkıran kanlardan daha yakıcı olmasa gerek. Ama hangisinin zararlı olduğuna karar verenlerin kafası nasıl bir kafa acaba? O yüzden egemenlerin bu yöndeki tavrını anlayan beri gelsin. Bir soru daha. Densiz yöneticilerden bağımsız, sevişmenin aile içinde algılanışına dair bir sorgulama: Neden ailece izlenen bir sevişme sahnesi bir savaş sahnesi kadar yüz kızartıcı olmaz? Savaşma ve sevişmenin hangisinin kötü olduğunu ayıramayacak kadar saf mıyız? Sevişme sahnesinden ailece rahatsız olabilecek algı ne zaman yerleşti bünyemize acaba. Hâlbuki Montaigne ne güzel bu çelişkiyi yüzümüze vurur: ''İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır.'' Bu cümleyi yorumlamaya gerek yok. Bu tavrımızdan utanmamak elde değil. Bir de John Lennon'a kulak verelim: "Vahşet her yanda uluorta sergilenirken sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir dünyada yaşıyoruz."

Demedim mi?/ Mevlana

oraya gitme demedim mi sana?
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?
bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?
demedim mi şu görünene razı olma
demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl.
onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?
ben bir denizim demedim mi sana.
sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
senin duru denizin benim demedim mi?
kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?
demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.

Kentin Kıyılarında Kalan


Kentin kıyılarında kalanlar için birçok şey şey söylenebilir, birden çok insan profiliyle karşılanabilir. Yaptığım ufak  gözlemden çıkan sonuçların, birçok ortak noktası bulunmakta. Bakalım buralardan bazı insan profillere: Önce okuldan arta kalan zamanında işçilik yapan; ama zamanının hepsini okumaya ayırmak isteyen bir çocuk düşünelim. Durmadan tuğlaları üst üste koyarak yüksek güvenlikli siteler inşa eden; ancak kendine ait evinde oturmanın hayal olduğunu düşünen bir inşaat işçisini hayal edelim sonra. Dahası, üç kuruş kazanabilmek adına kendi yaşadığı yere gösterdiği özenden daha fazla özen gösteren bir temizlik işcisi de bu kentin kıyısında yaşam mücadelesinde olduğunu hatırlayalım. Bir başkası az da olsa ekmek parasını çıkartabilmek için sabah akşam zabıtadan köşe bucak kaçan bir işportacının önünden kaç kez geçtiğimizi düşünelim… Bu profillerin çoğu kuşkusuz savaşın, ekonomik sıkıntıların, çaresizliğin köyde yaşayanları kente göçe zorladığı bir düzenin ortaya çıkardığı sonuçlar. Bu sonuçların gösterdiği en önemli unsur onların özgün hallerinin bozulması olsa gerek. En basit yaklaşımla köyde adı çocuk olan, kentte bir anda “çocuk işçi” adını alıyor. Bunun gibi birden çok kimlik değişimi bir arada yaşanmakta bu insanlara dair. Değişim ve yıkım birarada.

Kentte kendilerine yeni bir “hayat” kurma arayışındaki insanlar için en büyük travma, belki de düşledikleri kent ortamıyla gerçeklerin örtüşmediğini gördükleri anda yaşanmakta. Köyden uzaklaşılan süreden itibaren başlayan bir şekilde, kentte sürdürülen bu yeni hayat, zaman geçtikçe onların köyle olan bağlantılarını da kaybetmelerine neden oluyor. Mesafe dirhem dirhem artıkça artıyor. Öyle ki bu yer değiştirme savaş nedeniyle zorunlu bir göçe dayalıysa, çoğu zaman daha derin izler bıraktığını, ayrılan yerle gidilen yer arasında derin bir gedik açtığını tahayyül etmemek zor değil. Artık bu savaşın kurbanları kentli olmaya ve köyle aralarındaki mesafeyi korumaya mecbur bırakılıyor. Göçün sahipleri, kentin karmaşası içerisinde kendi düzenlerini kurmak zorundalar. Tabiki kurduklarına düzen, yaşadıklarına yaşam denilirse.

Minnet Eylemem / Nesimi

har içinde biten gonca güle minnet eylemem
arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
rızkımı veren hüdadır kula minnet eylemem
oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem
Eser:Nesimi,Solist:Ahmet Aslan

Akbaba

Ervah-ı Ezelden/ Sümmani

ervah-ı ezelde levh-i kalemde
bu benim bahtımı kara yazmışlar
bilirim güldürmez devr-i alemde
bir günümü yüz bin zara yazmışlar
arif bilir aşk ehlinin halini
kaldırır gönlünden kıl-ü kalini
herkes dosta yazmış arzuhalini
benim(bizim)kini ü-rüzgara yazmışlar
olaydı dünyada ikbalim yaver
el etsem sevdiğim acep kim ever
bilmem tecelli mi yoksa ki kader
beni bir vefasız yare yazmışla
r
yazanlar Leyla'nın Mecnun kitabın
Sümmani'yi bir kenara yazmışlar
Solist: Grup ABDAL

Dip-notlar

“"değilsek de yakın birbirimize uzak da sayılmayız büsbütün"

Edip Cansever
"aklım mı? o yüzsüz bir misafir! hep sende kalıyor..."

Cemal Süreyya
"gökyüzü gibi şu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor."

Edip Cansever

Düşünmek İçin Sigara Yakmak


1930 Zilan Katliamı’nda en büyük katliamların biri de Zilan Vadisi’ndeki Milk Köyü’nde yapılır. Milk köyünde o gün yaşanan katliamın tarih önündeki başka bir tanığı da Mihemedê Nado’dur… Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı’nda ise ismi Mehmet Kaçmaz. O gün 12 yaşındaydı. Ve yıllarca sır gibi sakladığı bir şey daha; Mıhemed, dayısının kızı Dilber’e âşıktı. Dilber’i asla unutmadı. Vurulma anını da: “Bazen yolum köye düşer. O vadiye giderim. Bir taşın üzerinde oturur, ağlarım. Dilber’i hatırlarım, ağlarım. Bir sigara yakarım. O günleri... Vurulma anını…”
Aktaran: Selim Temo


Soğuk Odalar / Gülden Mutlu&Emre Aydın

durdu zamanım, bir şey diyemedim
gitmek istedin ve gittin..
aynı gökyüzünde ayrıydı güneşin
söyle bari iyi misin?
burası
soğuk, soğuk odalar
yoksun neye yarar
örtünsem kat kat yorganlar aman
soğuk, soğuk olanlar
vurdum dibe kadar
halimden yalnız uyuyanlar anlar
durdu zamanım, bir şey diyemedim
gitmek istedin ve gittin
aynı gökyüzünde ayrıydı güneşin
söyle bari iyi misin?
burası soğuk, soğuk odalar
yoksun neye yarar
örtünsem kat kat yorganlar aman
soğuk, soğuk olanlar
vurdum dibe kadar
halimden yalnız uyuyanlar anlar

Aşk Dinmemiştir/Yılmaz Odabaşı

aşk
dinmemiştir
yine de dalgındır elleri aşkın
ve sıcaktır
bir yurt kadar
bir de burada uçurum kokar kadınlar
susarlar
geceler boyu susarlar
yorgun tenleri terli avuçlarla
kırık bir dal mı
yağma bir bahçe mi ömrümüz?

Gelmedin Diye / İlkay Akkaya

dal yaprağına su yatağına
küser mi canım küser mi?
sabahlarımı kırağı sardı
payıma düşen zemheri
acılarım var dünden yaralı
geçer mi canım geçer mi?
uzadı yıllar yollar kanadı
yüzümde ayrılık izleri
dillerim sağır karanlığım kör
desem mi canım desem mi?
böyle olmuyor sabrıma tövbe
bağrımda hicran hançeri
sevda elinden aşk zehrinden
ölsem mi canım ölsem mi?
gelmedin diye döndüm zulume
seninle yazdım katlimi
gelmedin diye
Söz: Ahmet Can Akyol, Müzik: Yaşar Aydın

İnsanlar Kaça Ayrılır?


İnsanlar kolayca kategorize edilebilir. Basit bir akıl yürütmeyle hemen taraf haline getirilebilir. Oldukça eğlenceli bulduğum bu kategorizasyonlaştırma işine misal vermek zor değil, benzer düşünceler bol. Dürüst ve şerefsiz ayrımından tutun da demokrat olan, olmayan insanlar ayrıma, doğrucu ya da yalancı insanlar ayrımına kadar geniş bir yelpazede analizler bulunmakta. Örneğin Perihan Mağden, bu gezegende birlikte yaşıyor olmaktan iğrendiklerim; bu gezegende birlikte yaşıyor olmaktan utandıklarım olmak üzere ikili bir ayrım yapar. Bunlar arasında en eğlencelisi belki Einstein’a ait olan. Einstein der ki: "Aptallara göre insanlar ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve dil başta olmak üzere 8+ kategoriye ayrılırlar. halbuki olay bu kadar komplike değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar: iyi insanlar ve kötü insanlar." 

Bu kategorizasyonlar, Mağden ve Einstein’da yansıyan biçimiyle çoğu zaman zihin açıcı olabiliyor. Buna karşın insanları kategorize etmenin her zaman bir tarafıyla eksik kaldığına inanıyorum. Nitekim Einstein’ın cümlelerinin tebessümle karşılanıp, hak verilmesi gereken bir yanı vardır. Einstein da insanlar arasında toptan bir yaklaşımla ikili bir ayrım yapıp, insanları iyi-kötü tezatlığına indirgediğini görmek gerek. Belki insanları analiz etmek açısından bu indirgemeler bir teori üretme adına bir alan açabilse de tezatlıklar üzerine kurulu bu türden indirgemeler nihai kertede sorunludur. Örneğin insanlar arasında vicdan veya ahlak eksenli bir ayrım yapılırsa karşıt kamptakiler ya hep vicdanlı, ahlaklı ya da hep vicdansız, ahlaksız olacaktır. Nasıl ki iyi kötü ayrımları muğlaksa vicdan, ahlak gibi soyut unsurlar da aynı belirsizliği taşır. Dolayısıyla Einstein’ın dediğinin aksine, oldukça karmaşık nitelikler taşıyan insanı, bir kategorizasyona indirgemenin taşıdığı açmazlar bu indirgemelerden ziyade başka analizlerin gerekliliğini ortaya koyuyor. İyisi mi biz insanları bir tarafın ürünü olarak yapmayalım. İnsanlar taşıdıkları farklılıklara rağmen temelde insan olmaları yönüyle bir bütün olsun. Çünkü insanlar bir şeye ayrılmaz, yine insanlar onları ayırır. 


Mahsus Mahal

Kadın ve Dar-be


1960’lı yılların Ankara'sı... Cumhuriyet ilan edildiğinden beri ilk darbesini görmüş Ankara. Askerler, ellerinde Türk bayraklarıyla gezen çocuklar, memurlar, inşaat işçileri, öğrenciler, hepsi sokakta o gün. Bir tek Hatun Teyze evinde akşam yemeği hazırlıyor kocasına, küçük bir kapıcı dairesinde yaşıyorlar, üçüncü çocuğunu dokuz ay önce almış kucağına.

Kocası Yaşar Amca, köyünde belinde silah gezen, çapkın, arada bir küçük kavgalardan hapse girip çıkan bir adam, ufak tefek ama pek çok insan korkuyor adını duyduğunda. Bazen topluyor ailesini köyüne götürüyor ; bazen de Ankara’ya dönüyor. Canı nasıl isterse nerde nasıl kurmak isterse öyle yaşıyor hayatını. Hatun Teyze üçüncü karısı, ilk eşinden boşanmış, ikinci ise hastalanıp ölmüş, durur mu Yaşar Amca kadınsız, omzunda tüfeği gezerken bir gün bizim Hatun Teyzeye rastlıyor, gencecik bir kız 15'inde henüz tazecik, tülbendinin altından ördüğü saçları beline değiyor, gördüğü anda beğeniyor Yaşar Amca bu tazeyi, doğrultuyor silahı Hatun Teyzenin evine doğru "hadi" diyor, "kaçıyoruz". Ürküyor Hatun Teyze, ama beğeniyor da, hoşuna gidiyor beğenilmek (40 yıl sonra anlatırken o günü yüzü kızarır hala) Doğru Ankara'ya gidiyorlar, trenle bir gün sürüyor yolculukları, ilk gece bir ucuz bir otelde kalıyorlar, daha sonra Yaşar Amca bir kapıcı dairesi buluyor, yerleşiyorlar, aile oluyorlar zamanla, önce bir erkek evlat veriyor Hatun Teyze, Yaşar Amcaya… Ucuz otelin ilk hediyesi bu, sonra yeşil gözlü bukleli saçlı bir kızları, sonra yine bir oğulları daha geliyor dünyaya.

Sol Hareket İçerisindeki Kürt Gençleri


Öncelikle İstanbul ve Ankara başta olmak üzere merkez olarak nitelendirilebilecek büyük şehirlerindeki üniversitelerde okuyan Kürt öğrenciler üzerinden yaptığım bir gözlemle başlayabilirim. Bu öğrencilerin sol değerler adına önem taşıyan konular açısından organize olabilme ve bu alana yönelik hizmetlerde bulunma bakımından cesur ve aktif bir rol üstlendikleri apaçık. Bu imza toplama, dergi, broşür, afiş vb. gibi etkinlikler şeklinde görülebildiği gibi somut eylem alanlarında boy gösterme vb. aktif faaliyetleri de içeren bir rol üstlendiklerine sıkça tanık olmaktayız. Bu faaliyetlerin sol hareket açısından etkisinin hangi boyutta olduğunu nasıl saptayabiliriz. Bu bakımdan Türkiye’de Kürt olmayan ve sol değerlere yakın kişilerin bu aktif Kürt gençlerine hangi noktadan baktığını irdelemek gerek. Bu irdelemeye geçmeden önce sol hareket ve Kürt gençlerinin ayrı ayrı kendi içlerinde bir bütün olarak görmediğimin altını çizmem gerek. Üniversitelerde okuyan çok farklı siyasal eğilimli Kürt gençleri olduğu gibi farklı sol fraksiyonları bir bütün olarak ele almıyorum. Ancak genel olarak Kürtler ve sosyalizm eksenli sol arasında kimi zaman sıklıkla gördüğüm iki tespit yapacağım. 

Göçümüz Batı’ya Olsa da Ruhumuz Hep Doğu’da

Kam ke aslê xo nas nêkeno, / Kim ki aslını inkar eder 

Roştia dina ra dür maneno. / Dünyanın ışığından mahrum kalır


Doğu nere, batı nere hep muğlak, hep anlaşılmaz... Kavramsal olarak doğu  neye karşılık gelir? Yapay bir yönlendirme mi? Batının, kuzeyin ve güneyin sağında kalan mı? Yoksa salt bir yönü çağrıştırmaktan öte, evrensel anlamda insanların zihninde kurgulanan bir imge mi? Böyle bir imgeyse -ki bu güçlü görünüyor- doğu belli değerler taşıyan bir bütün olarak nitelendirebilir mi? Yön kavramı konusunda zayıf biri olarak görüyorum ki doğu ve batıya ilişkin sorular muhtelif olduğundan cevaplar da tonla verilebilir. Ancak sorulmayı ve  yanıtlanmayı en çok hak edeni, neden bireysel terk edişler, genelde doğudan uzaklaşılarak yapılıyor? Varsayım olarak kabul ettiğim bu şekildeki göçler, belki zihinlerdeki doğu imgesi içerisindeki sınırlarda kalsa bile yine de fiziksel olarak doğudan uzaklaşma durumunu içeriyor. Bu varsayım yeterince açık: çoğu göçler coğrafi bir çerçevede doğudan batıya yapılıyor. Bununla ilintili tali ama yine de bu varsayım için önemli diğer sorular da zihnimde beliriyor. Doğudan yapılan göçler sadece fiziksel bir yer değiştirme mi? Doğuda elde edilen birikim ve içselleştiren kültür, göç edilen yöne aktarılıyor mu yoksa fiziksel olarak yer değiştiren birey, kendi ruhunun izlerini gittiği yerde bulamayıp geldiği yere hasretle mi bakıyor? Buna yanıt olarak göç, fiziksel olarak çoğunlukla doğudan uzaklaşılarak yapılsa da, ruhun hep orada kaldığını, orayı özlediğini; ancak geri dönmenin zor olduğunu ve ne yazık ki göçü yapan bireyin göç edilen yerde eğreti durduğunu iddia ediyorum.

Böyle bir iddianın birçok nedeni var. Gidilen yerdeki hayata uyum sorunu, kabul görme(me) sorunu, oranın kültürüne ve normlarına göre davranma sorunu... Hâlbuki bu sorunlarla uğraşmak yerine özgün halinizi korumanıza bir engel yok. Ama pratikte bu hep böyle işlemiyor, belirttiğim sorunlarla tek tek yüzleşme sırası geliyor. Ortada bir uyum/adaptasyon sorunu olunca birey gittiği yere, doğduğu yerden taşıdığı ritüelleriyle oradakiler gibi davranmanın yollarını arıyor. Durum böyle olunca da sosyal ilişkilerde göçü yapan açısından sıkıntılı ve aşılması zor problemler birlikte gelmekte. Bu sorunların kaynağıyla yakından ilgili olansa insanların böyle bir yer değiştirmeye neden ihtiyaç duymasıyla ilintili. Batı çok mu üstün doğudan? Nedir batıyı, doğudan üstün kılan taraf?

Hasretinden Prangalar Eskittim/Ahmed Arif

Seni, anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara
Seni anlatabilmek seni
Namussuza, halden bilmeze
Kahpe yalana
Ard arda kaç zemheri
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül gürül akan bir dünya
Bir ben uyumadım
Kaç leylim bahar
Hasretinden prangalar eskittim
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana
Bir bu yana

Wenda-Kayıp / Mehmet Atlı

dijmêrim: ha îro ha sibe/ gün sayıyorum: ha bugün ha yarın
ha îro ha sibe/ ha bugün ha yarın
bi çi xwe bixapînim/nasıl avutayım kendimi
nizanim, nizanim, nizanim / bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum
direve xewa min/ kaçar uykum
direve û nayê nayê/ kaçar da gelmez, gelmez
guh nade dilê min/yüreğim bana kulak vermez
guh nade min, har e har e/kulak vermez, delidir deli
li derve bihar e/dışarda bahar
li bîra min tu yî../aklımda sen
çavê min li rê:/gözüm yolda
mizgîna min nayê/mizginim-müjdem gelmez
zêde dibe hesret:/artar hasret:
kêm nabe/eksilmez
dibe baran:/yağmura döner
li ser min dibare/üzerime yapar
tu çûyî neçûyî/sen gittin gideli
dirêj dibe:/uzar
dawîya şevê nayê/ gecenin sonu gelmez
wenda dibim:/kaybolurum
li dûyê cixarê/sigara dumanında
difetisim:/boğuluyorum:
li vî bajarê/bu şehirde
tu çûyî neçûyî/sen gittin gideli

Binlerin Kapısı/Çevere Hazaru

   İşte orada bir kayanın eşiğinde iki büklüm bir adam
Bir adam ve bir kaya: unutmalı onu kahrıyla, kaç ayaz
esmeli daha.
Soğuk; saçının telleri değmez tenine,
Bozuk; göz yaşı dökende yok onun kederine.
Kaç ses vardır şimdi aklında, kaç anı akşamında.
Güneşe değse yanar mı, kudreti günahsız yaşar mı?
Bilinmez.
Şükür bize bir canlı var dizinde, bir serçe.
Bir serçe de gönlünde:
“Ben okudum eski sesli duvar yazılarını,
meramı yüzüne gücü ise feryada yetmedi, ah sahibim.
Yoksa dünya olmazdı kan revan içinde.
fiarkılarımızın suskun olduğunu geç farketti, azizim.
Gülümseyerek uzandı bu kayanın eşiğine
Gözünden bir rüya geçti
Başka dostu yoktur, kardeşimin.”
Gök gürledi, yağmur değdi yüzüne.
Gözlerini açtı hafiften, serçe üşürken
“Bir sen kaldın bahçemde, kimdi o kadın gecemde?”
Toprak renginde bir kadındı o,
giderken bir şarkı mırıldandı:
“Bir oğul kaybettim burada
Henüz yolun başında
Gözü aşkı aradı