Türkiye’de
90 yılların başında TRT 2’nin yayın hayatına başlamasından bu yana, medyada
yaşanan değişim ileri boyutta. Sosyal medya denilen format ya da formatsız
biçimde oluşturan yönüyle bireysel kullanıcılar, sahip oldukları hesaplarla
kendilerine sağlam bir yer edindi. Öyle ki bu mecra, bilgi edinme, resmi
olmayan referans kaynağı olma, kamuoyu oluşturma ve hatta ulusal medya üzerinde
etki oluşturma gibi bir alana dönüştü. Özellikle sol hareketler kendine sosyal
medya da geniş bir alan buldu. Reel alana yansıyan biçimde sosyal hareketlerin
örgütlenmesi, organize edilmesine yönelik bir araç olarak kullanılmasının
yanında düzeyli ve düzeysiz bireysel bakış açılarının yaygınlık kazanması da
yine bu yolla oldu. Sosyal medya uzmanlığı gibi tuhaf bir sektörün de bu
süreçte ortaya çıktığı görüldü. Her türlü konuda yorum yapmak ya da bunları
okumak isteyenlerin başvuru kaynağı olan, bireysel olarak kendini gösterme,
çevre edinme, arkadaşlarla iletişim halini sürdürme, popüler olma, bir ürünü
pazarlama gibi birden çok alanda sosyal medya bir araç olarak kullanılmaya
başlandı. Misyonları, ara yüzleri, kullanım amaçları arasında nüanslar olsa da
genel bir adlandırmayla sosyal medya dediğimiz bu yapılar arasında Facebook
geçtiğimiz 10 yılda dünya üzerinde birçok kişiyi etkiledi. Ara yüzünde çok kez
tartışmalı değişimler uygulasa da sürekli kullanıcı sayısını artırmayı başardı.
Son yıllarda ön plana çıkan Twitter da benzer bir etkiyle ünlü, ünsüz birçok
kişi tarafından yoğun olarak kullanılmaya başlandı.
Je Veux / ZAZ-Isabelle Geffroy
Donnez-moi une suite au Ritz, je n'en
veux pas
Des bijoux de chez Chanel, je n'en veux
pas
Donnez-moi une limousine, j'en ferais
quoi ?
Offrez-moi du personnel, j'en ferais
quoi ?
Un manoir à Neufchatel, ce n'est pas
pour moi
Offrez-moi la Tour Eiffel, j'en ferais
quoi ?
Je veux de l'amour, de la joie, de la
bonne humeur
Ce n'est pas votre argent qui fera mon
bonheur
Moi je veux crever la main sur le coeur
Allons ensemble, découvrir ma liberté
Oubliez donc tous vos clichés
Bienvenue dans ma réalité
J'en ai marre de vos bonnes manières,
c'est trop pour moi
Moi je mange avec les mains et je suis
comme ça
Je parle fort et je suis franche,
excusez-moi
Finie l'hypocrisie, moi je me casse de
là
J'en ai marre des langues de bois
Regardez-moi, de toute manière je vous
en veux pas et je suis comme ça !
Je veux de l'amour, de la joie, de la
bonne humeur
Ce n'est pas votre argent qui fera mon
bonheur
Moi je veux crever la main sur le coeur
Allons ensemble, découvrir ma liberté
Oubliez donc tous vos clichés
Bienvenue dans ma réalité
Savaşsız Sevişmeler
Demedim mi?/ Mevlana
oraya gitme demedim mi sana?
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim?
bir gün kızsan bana, alsan başını yüzbin yıllık yere gitsen
dönüp kavuşacağın yer benim demedim mi?
demedim mi şu görünene razı olma
demedim mi sana yaraşır otağ kuran benim asıl.
onu süsleyen bezeyen benim demedim mi?
ben bir denizim demedim mi sana.
sen bir balıksın demedim mi,
demedim mi o kuru yerlere gitme sakın.
senin duru denizin benim demedim mi?
kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
demedim mi senin uçmanı sağlayan benim,
senin kolun kanadın benim, demedim mi?
demedim mi yolunu vururlar senin,
demedim mi tövbeni bozarlar senin.
Kentin Kıyılarında Kalan
Kentin kıyılarında kalanlar için birçok şey şey söylenebilir, birden çok insan profiliyle karşılanabilir. Yaptığım ufak gözlemden çıkan sonuçların, birçok ortak noktası bulunmakta. Bakalım buralardan bazı insan profillere: Önce okuldan arta kalan zamanında işçilik yapan; ama zamanının hepsini okumaya
ayırmak isteyen bir çocuk düşünelim. Durmadan tuğlaları üst üste koyarak yüksek
güvenlikli siteler inşa eden; ancak kendine ait evinde oturmanın hayal olduğunu
düşünen bir inşaat işçisini hayal edelim sonra. Dahası, üç kuruş kazanabilmek adına kendi yaşadığı yere
gösterdiği özenden daha fazla özen gösteren bir temizlik işcisi de bu kentin kıyısında yaşam mücadelesinde olduğunu hatırlayalım. Bir başkası az da olsa ekmek
parasını çıkartabilmek için sabah akşam zabıtadan köşe bucak kaçan bir
işportacının önünden kaç kez geçtiğimizi düşünelim… Bu profillerin çoğu kuşkusuz savaşın, ekonomik sıkıntıların, çaresizliğin köyde yaşayanları
kente göçe zorladığı bir düzenin ortaya çıkardığı sonuçlar. Bu sonuçların gösterdiği en önemli unsur onların özgün hallerinin bozulması olsa gerek. En basit yaklaşımla köyde adı çocuk
olan, kentte bir anda “çocuk işçi” adını alıyor. Bunun gibi birden çok
kimlik değişimi bir arada yaşanmakta bu insanlara dair. Değişim ve yıkım birarada.
Kentte kendilerine yeni bir “hayat” kurma arayışındaki insanlar için en
büyük travma, belki de düşledikleri kent ortamıyla gerçeklerin örtüşmediğini
gördükleri anda yaşanmakta. Köyden uzaklaşılan süreden itibaren başlayan bir
şekilde, kentte sürdürülen bu yeni hayat, zaman geçtikçe onların köyle olan
bağlantılarını da kaybetmelerine neden oluyor. Mesafe dirhem dirhem artıkça artıyor. Öyle ki bu yer değiştirme savaş
nedeniyle zorunlu bir göçe dayalıysa, çoğu zaman daha derin izler bıraktığını, ayrılan yerle gidilen yer arasında derin bir gedik açtığını tahayyül etmemek zor değil. Artık bu savaşın kurbanları kentli olmaya ve köyle
aralarındaki mesafeyi korumaya mecbur bırakılıyor. Göçün sahipleri, kentin
karmaşası içerisinde kendi düzenlerini kurmak zorundalar. Tabiki kurduklarına düzen, yaşadıklarına yaşam denilirse.
Minnet Eylemem / Nesimi
har içinde biten gonca güle minnet eylemem
arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
iblisin talim ettiği yola minnet eylemem
bir acaip derde düştüm herkes gider kârına
bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
rızkımı veren hüdadır kula minnet eylemem
oy nesimi, can nesimi ol gani mihman iken
yarın şefaatlarım ahmed-i muhtar iken
cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem
Eser:Nesimi,Solist:Ahmet Aslan
Ervah-ı Ezelden/ Sümmani
ervah-ı ezelde levh-i kalemde
bu benim bahtımı kara yazmışlar
bilirim güldürmez devr-i alemde
bir günümü yüz bin zara yazmışlar
arif bilir aşk ehlinin halini
kaldırır gönlünden kıl-ü kalini
herkes dosta yazmış arzuhalini
benim(bizim)kini ü-rüzgara yazmışlar
olaydı dünyada ikbalim yaver
el etsem sevdiğim acep kim ever
bilmem tecelli mi yoksa ki kader
beni bir vefasız yare yazmışlar
yazanlar Leyla'nın Mecnun kitabın
Sümmani'yi bir kenara yazmışlar
Solist: Grup ABDAL
Dip-notlar
Edip Cansever
Cemal Süreyya
Edip Cansever
Düşünmek İçin Sigara Yakmak
1930 Zilan Katliamı’nda
en büyük katliamların biri de Zilan Vadisi’ndeki Milk Köyü’nde yapılır. Milk
köyünde o gün yaşanan katliamın tarih önündeki başka bir tanığı da Mihemedê
Nado’dur… Türkiye Cumhuriyeti Nüfus Cüzdanı’nda ise ismi Mehmet Kaçmaz. O gün
12 yaşındaydı. Ve yıllarca sır gibi sakladığı bir şey daha; Mıhemed, dayısının
kızı Dilber’e âşıktı. Dilber’i asla unutmadı. Vurulma anını da: “Bazen yolum
köye düşer. O vadiye giderim. Bir taşın üzerinde oturur, ağlarım. Dilber’i
hatırlarım, ağlarım. Bir sigara yakarım. O günleri... Vurulma anını…”
Aktaran: Selim Temo
Soğuk Odalar / Gülden Mutlu&Emre Aydın
durdu zamanım, bir şey diyemedim
gitmek istedin ve gittin..
aynı gökyüzünde ayrıydı güneşin
söyle bari iyi misin?
burası
soğuk, soğuk odalar
yoksun neye yarar
örtünsem kat kat yorganlar aman
soğuk, soğuk olanlar
vurdum dibe kadar
halimden yalnız uyuyanlar anlar
durdu zamanım, bir şey diyemedim
gitmek istedin ve gittin
aynı gökyüzünde ayrıydı güneşin
söyle bari iyi misin?
burası soğuk, soğuk odalar
yoksun neye yarar
örtünsem kat kat yorganlar aman
soğuk, soğuk olanlar
vurdum dibe kadar
halimden yalnız uyuyanlar anlar
Aşk Dinmemiştir/Yılmaz Odabaşı
aşk
dinmemiştir
yine de dalgındır elleri aşkın
ve sıcaktır
bir yurt kadar
bir de burada uçurum kokar kadınlar
susarlar
geceler boyu susarlar
yorgun tenleri terli avuçlarla
kırık bir dal mı
yağma bir bahçe mi ömrümüz?
Gelmedin Diye / İlkay Akkaya
dal yaprağına su yatağına
küser mi canım küser mi?
sabahlarımı kırağı sardı
payıma düşen zemheri
acılarım var dünden yaralı
geçer mi canım geçer mi?
uzadı yıllar yollar kanadı
yüzümde ayrılık izleri
dillerim sağır karanlığım kör
desem mi canım desem mi?
böyle olmuyor sabrıma tövbe
bağrımda hicran hançeri
sevda elinden aşk zehrinden
ölsem mi canım ölsem mi?
gelmedin diye döndüm zulume
seninle yazdım katlimi
gelmedin diye
Söz: Ahmet Can Akyol, Müzik: Yaşar Aydın
İnsanlar Kaça Ayrılır?
İnsanlar
kolayca kategorize edilebilir. Basit bir akıl yürütmeyle hemen taraf haline
getirilebilir. Oldukça eğlenceli bulduğum bu kategorizasyonlaştırma işine misal
vermek zor değil, benzer düşünceler bol. Dürüst ve şerefsiz ayrımından tutun da
demokrat olan, olmayan insanlar ayrıma, doğrucu ya da yalancı insanlar ayrımına
kadar geniş bir yelpazede analizler bulunmakta. Örneğin Perihan Mağden, bu
gezegende birlikte yaşıyor olmaktan iğrendiklerim; bu gezegende birlikte
yaşıyor olmaktan utandıklarım olmak üzere ikili bir ayrım yapar. Bunlar
arasında en eğlencelisi belki Einstein’a ait olan. Einstein der ki:
"Aptallara göre insanlar ırk, cinsiyet, milliyet, yaş, statü, renk, din ve
dil başta olmak üzere 8+ kategoriye ayrılırlar. halbuki olay bu kadar komplike
değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar: iyi insanlar ve kötü insanlar."
Bu
kategorizasyonlar, Mağden ve Einstein’da yansıyan biçimiyle çoğu zaman zihin
açıcı olabiliyor. Buna karşın insanları kategorize etmenin her zaman bir
tarafıyla eksik kaldığına inanıyorum. Nitekim Einstein’ın cümlelerinin
tebessümle karşılanıp, hak verilmesi gereken bir yanı vardır. Einstein da
insanlar arasında toptan bir yaklaşımla ikili bir ayrım yapıp, insanları
iyi-kötü tezatlığına indirgediğini görmek gerek. Belki insanları analiz etmek
açısından bu indirgemeler bir teori üretme adına bir alan açabilse de
tezatlıklar üzerine kurulu bu türden indirgemeler nihai kertede sorunludur.
Örneğin insanlar arasında vicdan veya ahlak eksenli bir ayrım yapılırsa karşıt
kamptakiler ya hep vicdanlı, ahlaklı ya da hep vicdansız, ahlaksız olacaktır.
Nasıl ki iyi kötü ayrımları muğlaksa vicdan, ahlak gibi soyut unsurlar da aynı
belirsizliği taşır. Dolayısıyla Einstein’ın dediğinin aksine, oldukça karmaşık
nitelikler taşıyan insanı, bir kategorizasyona indirgemenin taşıdığı açmazlar
bu indirgemelerden ziyade başka analizlerin gerekliliğini ortaya koyuyor. İyisi
mi biz insanları bir tarafın ürünü olarak yapmayalım. İnsanlar taşıdıkları
farklılıklara rağmen temelde insan olmaları yönüyle bir bütün olsun. Çünkü
insanlar bir şeye ayrılmaz, yine insanlar onları ayırır.
Mahsus Mahal
Kadın ve Dar-be
1960’lı yılların Ankara'sı... Cumhuriyet ilan edildiğinden beri
ilk darbesini görmüş Ankara. Askerler, ellerinde Türk bayraklarıyla gezen
çocuklar, memurlar, inşaat işçileri, öğrenciler, hepsi sokakta o gün. Bir
tek Hatun Teyze evinde akşam yemeği hazırlıyor kocasına, küçük bir kapıcı
dairesinde yaşıyorlar, üçüncü çocuğunu dokuz ay önce almış kucağına.
Kocası
Yaşar Amca, köyünde belinde silah gezen, çapkın, arada bir küçük kavgalardan
hapse girip çıkan bir adam, ufak tefek ama pek çok insan korkuyor adını
duyduğunda. Bazen topluyor ailesini köyüne götürüyor ; bazen de Ankara’ya dönüyor. Canı
nasıl isterse nerde nasıl kurmak isterse öyle yaşıyor hayatını. Hatun Teyze
üçüncü karısı, ilk eşinden boşanmış, ikinci ise hastalanıp ölmüş, durur mu Yaşar
Amca kadınsız, omzunda tüfeği gezerken bir gün bizim Hatun Teyzeye rastlıyor,
gencecik bir kız 15'inde henüz tazecik, tülbendinin altından ördüğü saçları
beline değiyor, gördüğü anda beğeniyor Yaşar Amca bu tazeyi, doğrultuyor silahı
Hatun Teyzenin evine doğru "hadi" diyor, "kaçıyoruz". Ürküyor
Hatun Teyze, ama beğeniyor da, hoşuna gidiyor beğenilmek (40 yıl sonra
anlatırken o günü yüzü kızarır hala) Doğru Ankara'ya gidiyorlar, trenle bir gün
sürüyor yolculukları, ilk gece bir ucuz bir otelde kalıyorlar, daha sonra Yaşar
Amca bir kapıcı dairesi buluyor, yerleşiyorlar, aile oluyorlar zamanla, önce
bir erkek evlat veriyor Hatun Teyze, Yaşar Amcaya… Ucuz otelin ilk hediyesi bu,
sonra yeşil gözlü bukleli saçlı bir kızları, sonra yine bir oğulları daha
geliyor dünyaya.
Sol Hareket İçerisindeki Kürt Gençleri
Öncelikle İstanbul ve Ankara başta olmak üzere merkez olarak
nitelendirilebilecek büyük şehirlerindeki üniversitelerde okuyan Kürt
öğrenciler üzerinden yaptığım bir gözlemle başlayabilirim. Bu öğrencilerin sol
değerler adına önem taşıyan konular açısından organize olabilme ve bu alana
yönelik hizmetlerde bulunma bakımından cesur ve aktif bir rol üstlendikleri
apaçık. Bu imza toplama, dergi, broşür, afiş vb. gibi etkinlikler şeklinde
görülebildiği gibi somut eylem alanlarında boy gösterme vb. aktif faaliyetleri
de içeren bir rol üstlendiklerine sıkça tanık olmaktayız. Bu faaliyetlerin sol
hareket açısından etkisinin hangi boyutta olduğunu nasıl saptayabiliriz. Bu
bakımdan Türkiye’de Kürt olmayan ve sol değerlere yakın kişilerin bu aktif Kürt
gençlerine hangi noktadan baktığını irdelemek gerek. Bu irdelemeye geçmeden
önce sol hareket ve Kürt gençlerinin ayrı ayrı kendi içlerinde bir bütün olarak
görmediğimin altını çizmem gerek. Üniversitelerde okuyan çok farklı siyasal
eğilimli Kürt gençleri olduğu gibi farklı sol fraksiyonları bir bütün olarak
ele almıyorum. Ancak genel olarak Kürtler ve sosyalizm eksenli sol arasında
kimi zaman sıklıkla gördüğüm iki tespit yapacağım.
Göçümüz Batı’ya Olsa da Ruhumuz Hep Doğu’da
Kam ke aslê xo nas nêkeno, / Kim ki aslını inkar eder
Roştia dina ra dür maneno. / Dünyanın ışığından mahrum kalır
Doğu nere, batı nere hep muğlak, hep anlaşılmaz... Kavramsal olarak doğu
neye karşılık gelir? Yapay bir yönlendirme mi? Batının, kuzeyin ve
güneyin sağında kalan mı? Yoksa salt bir yönü çağrıştırmaktan öte, evrensel
anlamda insanların zihninde kurgulanan bir imge mi? Böyle bir imgeyse -ki bu
güçlü görünüyor- doğu belli değerler taşıyan bir bütün olarak nitelendirebilir
mi? Yön kavramı konusunda zayıf biri olarak görüyorum ki doğu ve batıya ilişkin
sorular muhtelif olduğundan cevaplar da tonla verilebilir. Ancak sorulmayı ve
yanıtlanmayı en çok hak edeni, neden bireysel terk edişler, genelde
doğudan uzaklaşılarak yapılıyor? Varsayım olarak kabul ettiğim bu şekildeki
göçler, belki zihinlerdeki doğu imgesi içerisindeki sınırlarda kalsa bile yine
de fiziksel olarak doğudan uzaklaşma durumunu içeriyor. Bu varsayım yeterince
açık: çoğu göçler coğrafi bir çerçevede doğudan batıya yapılıyor. Bununla
ilintili tali ama yine de bu varsayım için önemli diğer sorular da zihnimde
beliriyor. Doğudan yapılan göçler sadece fiziksel bir yer değiştirme mi? Doğuda
elde edilen birikim ve içselleştiren kültür, göç edilen yöne aktarılıyor mu
yoksa fiziksel olarak yer değiştiren birey, kendi ruhunun izlerini gittiği
yerde bulamayıp geldiği yere hasretle mi bakıyor? Buna yanıt olarak göç,
fiziksel olarak çoğunlukla doğudan uzaklaşılarak yapılsa da, ruhun hep orada
kaldığını, orayı özlediğini; ancak geri dönmenin zor olduğunu ve ne yazık ki
göçü yapan bireyin göç edilen yerde eğreti durduğunu iddia ediyorum.
Böyle bir iddianın birçok nedeni var. Gidilen yerdeki hayata uyum sorunu,
kabul görme(me) sorunu, oranın kültürüne ve normlarına göre davranma sorunu...
Hâlbuki bu sorunlarla uğraşmak yerine özgün halinizi korumanıza bir engel yok.
Ama pratikte bu hep böyle işlemiyor, belirttiğim sorunlarla tek tek yüzleşme
sırası geliyor. Ortada bir uyum/adaptasyon sorunu olunca birey gittiği yere,
doğduğu yerden taşıdığı ritüelleriyle oradakiler gibi davranmanın yollarını
arıyor. Durum böyle olunca da sosyal ilişkilerde göçü yapan açısından sıkıntılı
ve aşılması zor problemler birlikte gelmekte. Bu sorunların kaynağıyla yakından
ilgili olansa insanların böyle bir yer değiştirmeye neden ihtiyaç duymasıyla
ilintili. Batı çok mu üstün doğudan? Nedir batıyı, doğudan üstün kılan taraf?
Hasretinden Prangalar Eskittim/Ahmed Arif
Seni, anlatabilmek seni
İyi çocuklara, kahramanlara
Seni anlatabilmek seni
Namussuza, halden bilmeze
Kahpe yalana
Ard arda kaç zemheri
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül gürül akan bir dünya
Bir ben uyumadım
Kaç leylim bahar
Hasretinden prangalar eskittim
Saçlarına kan gülleri takayım
Bir o yana
Bir bu yana
Wenda-Kayıp / Mehmet Atlı
dijmêrim: ha îro ha sibe/ gün sayıyorum: ha bugün ha yarınha îro ha sibe/ ha bugün ha yarınbi çi xwe bixapînim/nasıl avutayım kendiminizanim, nizanim, nizanim / bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorumdireve xewa min/ kaçar uykumdireve û nayê nayê/ kaçar da gelmez, gelmezguh nade dilê min/yüreğim bana kulak vermezguh nade min, har e har e/kulak vermez, delidir delili derve bihar e/dışarda baharli bîra min tu yî../aklımda sen
çavê min li rê:/gözüm yoldamizgîna min nayê/mizginim-müjdem gelmezzêde dibe hesret:/artar hasret:kêm nabe/eksilmezdibe baran:/yağmura dönerli ser min dibare/üzerime yapartu çûyî neçûyî/sen gittin gideli
dirêj dibe:/uzardawîya şevê nayê/ gecenin sonu gelmezwenda dibim:/kaybolurumli dûyê cixarê/sigara dumanındadifetisim:/boğuluyorum:li vî bajarê/bu şehirdetu çûyî neçûyî/sen gittin gideli
Binlerin Kapısı/Çevere Hazaru
İşte orada bir kayanın eşiğinde iki büklüm bir adam
Bir adam ve bir kaya: unutmalı onu kahrıyla, kaç ayaz
esmeli daha.
Soğuk; saçının telleri değmez tenine,
Bozuk; göz yaşı dökende yok onun kederine.
Kaç ses vardır şimdi aklında, kaç anı akşamında.
Güneşe değse yanar mı, kudreti günahsız yaşar mı?
Bilinmez.
Şükür bize bir canlı var dizinde, bir serçe.
Bir serçe de gönlünde:
“Ben okudum eski sesli duvar yazılarını,
meramı yüzüne gücü ise feryada yetmedi, ah sahibim.
Yoksa dünya olmazdı kan revan içinde.
fiarkılarımızın suskun olduğunu geç farketti, azizim.
Gülümseyerek uzandı bu kayanın eşiğine
Gözünden bir rüya geçti
Başka dostu yoktur, kardeşimin.”
Gök gürledi, yağmur değdi yüzüne.
Gözlerini açtı hafiften, serçe üşürken
“Bir sen kaldın bahçemde, kimdi o kadın gecemde?”
Toprak renginde bir kadındı o,
giderken bir şarkı mırıldandı:
“Bir oğul kaybettim burada
Henüz yolun başında
Gözü aşkı aradı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)