Ölüm Yakışmadı Gözüm


Gerçek bir müzik adamı Ahmet Kaya. Sözlere, şiirlerin dönüştüğü müthiş bestelere büyük anlam katan enfes yorumcu. Eşsiz tonlamaları ve üst düzey müzikalitesiyle olağanüstü bir dönemin olağanüstü avazı. Bilimle, felsefeyle anlamlandırılıp, tarihle yargılanması gereken şahsiyet. Bir acayip adam... Anlatılması da  bir o kadar zor insan. Kafamızı duvarlara vurmadan tanıyabilmek, beyninin içindekileri anlayabilmek, hissedebilmek ve sonra da anlatabilmek için kaç fırın ekmek yemek gerekiyor acaba? 

İçinde intihar korkusu bulunan bir tedirgin her şeyden önce. Güneşin bağrında bir ateş, yer yüzünde taze bir çiçek de olabilir. Usta değil, acemi bir işçi kimilerine göre belki de. En az iki farklı sesle şarkılarını söyleyen bir sanat adamıydı üstelik. Yoksa Kaçakçı Kurban’ı söylerken  değişik bir tona bürünen ve öncekinden farklı sesi sadece ben mi duyuyordum? O derin darbeli şarkılarını söylerken sesinde kaç ahenk var bilinmez. Sözlere kattığı yorum gücüyle ve o eşsiz (unique) sesiyle ilgili olsa gerek bu. Ne zaman dinlesek yüzümüze şarkılar, şiirler çarpıp, bizi derinden sarsabilen bir güçten söz ediyorum. Bu gücü oluşturan  dinlemeye doyulamayan sayısız eseri var Kaya'nın. Çözemediğimiz, boğazımızı düğüm düğüm eden, başkası söylediğinde eğreti duran eserler. Nasıl da katmıştır kendi kaleminden, Gülten Kaya, Yusuf Hayaloğlu, Ahmed Arif'in dizelerinden dökülen sözlere yorumunu? Çok iyi biliriz, umursamaz tavrını çağrıştıran biçimde: “yoksun... umurumda bile değil” diyordu ara sıra Ahmet Kaya. Yine savaşların ortasında yaşamın aktığına işaret eden tonuyla: “şehirlere bombalar yağardı her gece, biz durmadan sevişirdik.” diyordu. Bazen de efkârın bastığını ve ciğerlerini zorladığını alaycı bir tavırla: "yaşasın sigara, günde dört pakete çıkardım." diyerek ne olacaksa olsuna vardırtıyordu. Zaman zaman yüreğinin sıkıntısını “göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor” diyerek açık etmekten de geri durmuyordu. 

"Bilinmeyen bir dilde" şarkı söylemek için başına gelenler nedeniyle sürgünde ölmek zorunda kalan bir müzisyenden bahsediyoruz bu yazıda. Magazin Gazetecileri Derneği’nin Şubat 1999’da düzenlediği ''Yılın En İyi 10 Müzik Yıldızı Yarışması''  adlı ödül töreninde ödül almaya hak kazanan Kaya düşünemeyeceği kadar başını belaya sokacak şu lafları etmişti:

“…Bu ödülü İnsan Hakları Derneği'ne, cumartesi annelerine ve magazin gazeteciliğine emek vermiş arkadaşlarım adına alıyorum.”
“…Kürtçe şarkı söylemek, klip çekmek istiyorum; ve bunu yayınlayacak yürekli kanal sahipleri olduğuna inanıyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halklarıyla nasıl yüzleşeceklerini bilmiyorum.”

Birlik ve beraberliğe çok ihtiyaç duyduğumuz o günler de böyle bir çıkış normal miydi Ahmet Kaya ha? Olmadı be gözüm, edilir mi bu laflar? Neyse ki duyarlı bir kitle vardı da orda sana ağzının payını verdi. Etrafı çok acaip kesen Serdar Ortaç’ın Sibel Can’ın Padişah şarkısına eklediği o akıl dolu sözlerle  tepkisi şöyleydi:

"Bu devirde kimse sultan değil, hükümdar değil, padişah değil, Atatürk yolunda tüm Türkiye, bu vatan bizim, ellerin değil"

Sanat hırsızı ve üretme kabızı Ortaç’ın açtığı yolda, milliyetçi duyguların tavan yaptığı salondakilerin 10. Yıl Marşı’nı söylediklerini dile getirsek, gelecek kuşakların inanması zor olur. Aynı kitlenin Kaya'ya çatal, bıçak fırlatarak linç etmek istediklerini hatırlatmaya gerek var mı? Umutlar hep gecelerde yol olur giderken, ince bir pusuda, garip bir akşamda yolunun üzeri engerekle doldu hemencecik. Hüzün çöktü geceye... Bu şuursuz tepki nerden baksak tutarsız, nerden bakarsak ahmakçaydı. Fütursuzca ortaya koyulan tüm öfkeyle korkular salıyorlardı içine korkular... Ne yaman çelişkiydi bu? Vardiyada işçiler üşürken birden bire duvar, birden bire gece yarısı oldu. Ağır geldi yapılanlar, mayın tarlasında, tam da kutlar sofrasına düşen Ahmet Kaya, kimseye sataşmadan, ekiplerle dalaşmadan Paris’in yolunu tuttu. Köpeklerinden, kuşundan yavrusundan cayarak. Çok üzerine gidildi, çok…Onu sorup, bulacak, sonra da yoracak, tutacak, yakacak ve kıyacaklardı. Hesabım mahşere kalsın diyerek bırakıp gitmişti. Ne varsa güzellikten yana, bölüşmüş ve büyütmüştü oysaki. O gece bölmedi ülkeyi, böldü yüreğini başkaldıran dizelere. Hem vatan hıyar mıydı ki bölsün? Öyle bir yere gelmişti ki bir yanı çığlık çığlığa giderken, bu gidişin onu yaraladığı apaçık ortadaydı. Yanında olmayan dostlarına da kırılmıştı besbelli. Yüz çeviren dostlar, sinsi tavırlardan tiksinmişti... Gerçi biz onun nasıl yandığını ve kime küstüğünü nerden bilecektik? Ama, o süreçte kimsenin kapısını çalmadığı bir inzivaya çekildiği kentten dost diye bağrına bastığı insanlara sitemini yolladı:

İki damla gözyaşımla
satıldım pazarlarda
kırdılar yüreğimi
kırdılar azarlarla
sürgünlere yolladılar
sabah dörtte yağmurlarla
ben yandım
siz yanmayın Allah aşkına!

Bu ince sitemde mesajlar kuvvetle muhtemel yerine ulaşmıştı. Gözlerimiz yollarına baka baka kalırken, gidişinden sonra hakkında yapılan haberler, "şarkıcı değil bölücü", "yavşak Ahmet’e bir dava daha" gibi manşetlerle sürüp gidiyordu. Ez cümle kimileri sorguluyor, kimileri hep suçluyor, yaralı yüreğine kara çalıyordu. Evet, gazetede çıkmıştı üç satır yazıyla, acımasızca yeriliyordu. Suçu saz çalmak da değildi sadece, suçu büyük, anlattık ya yukarda... Suç oldu suç üstüne her şarkısı, her yazısı. Ceketini yağmurlara astığından beri köşe başları tutulmuştu ve iler tutar yanı yoktu yapılanların. Ve zor sürgün, ayrılık günleri… Dünya kahır, dünya zindan oldu... Uykuları yarıda kaldı... Dışarda mevsim baharken, çok uzakta bölüşülmeye hazır bir  hayat olmasına rağmen uzak düşmüştü artık ülkesinden. Akşam olup, ay gecede vurgun ve bela gelip durmuştu kapısına... Yaprak döküyordu bir yanı, hasretini yerlere vururken. Ağrılardan sızılardan sonra, kendini açıklama çabası o kadar yoğun yaşandı ki bu yoğunluğu hissetmemek mümkün değildi. Bu hissiyat, Ümit Kıvanç'ın Ahmet Kaya için hazırladığı belgeselde kendinizi sürgünde mi hissediyor musunuz sorusuna verdiği yanıtta belirgindi:


''zaten öyleyim. Yani öyle hissediyorum ya da böyle hissettirdiler bana; çünkü ben böyle olmak istemiyorum, yani ben dönmek istiyorum, gitmek istiyorum. Yani bütün kapıları sonuna kadar aralayıp, kendi ülkeme gitmek istiyorum, yani Türkiye’de yaşamak istiyorum açıkçası. Geçmişte yaşanan birtakım şeyleri intikamcı duygularla sürdürmenin bir anlamı yoktur. Bugün, tam da zamandır barışın, tam da zamanıdır kardeşliğin. Kocaman; gerçekten demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti oluşturmanın tam zamanıdır. Hep beraber; el ele, kol kola, gönül gönüle, yürek yüreğe verip...''

Siktir çekilmişti kendi öz vatanından. Ona kir, ona pas, ona tortusu kalmıştı. Yılların tortusu çökmüştü yüzüne. Ne söyleyebilirdiki başka? Başını kuma saklayanlardan tiksinmişti üstelik. Cahille sohbeti de kesmişti. Şu canım dünyanın ortasında yapayalnız kalmanın yansımalarıydı bu cümleler. Onu yiyip bitiren, dirhem dirhem azaltan, kol ve kanadını kırılıp, tatlı canından usanmanın belirtileri. Gözlerine ağlamayı öğretmenin tezahürleri... Gözyaşları dönmüştü denize. Belki de tam tersine başka bir söyleşisinde söylediği biçimiyle sanat yaşamına başladığı ilk günlerin heycanını yaşıyordu. Çünkü bu ayrılığın çok sürmeyeceğini düşünüyordu. Bir gün mutlaka döneceğim, beklesinler diye haber salıyordu  bize. Dokunsak donacaktı; ama dirilmişti bir kez içinde ölü düşler... Onun için ayrılıklar bir yalandan ibaret değil miydi?

varsın böyle geçsin yalancı günler
varsın canımı alsın yine yalnızlık
kokunu verirken vazomda güller
yıkar mı sandın beni bu yalancı ayrılık



Başlarken dedik ya Ahmet Kaya'yı anlatmak için kelimeler bulmak zor. Egemen güçlere ve yaşadığı dönemin rejimine kafa tutan hayat tarzıyla gösterdiği protest ve sahici tavır, sanatçılığı adına bıraktığı en belirgin izlerden biri olsa gerek. Bu muhalif duruşun, müesses ideolojiler için yeterince yakıcı bir etken olduğunun yansımalarının da tanığı olduk. Yaşamı boyunca kendisine bölücü, vatan haini gibi birçok yafta yapıştırıldı. Neyse ki vatan ve bölünme/bölme kavramları konularındaki düşüncesi oldukça netti. Geldiği nokta itibariyle Ahmet Kaya, namusun ve şerefim üzerine bu ülkeyi böldürtmeyeceğiz bile demişti. Ağladıkça dağlarımız yeşerecek; görecek, göreceksin derken de düşüncesi buydu sanırım. Neyse ne? Hem öyle olmasa kime ne? Ama en yakıcı olansa ısrarla, daha sonra değil şimdi anlaşılmak istiyorum demesiydi. Anadolu'dan Görünüm'ün devlet televizyonunda yayınlandığı yıllarda kanın durmasına dair: “yeter ki bu gençlerin ölümlerine alışmayalım gözüm” diyordu. Sadece bu kadar da değil. Sırf yaşamı, müziği ve politik duruşu Kürt kimliği ve ayrılma/bölünme potansiyeli üzerinden ele alınırsa Ahmet Kaya’nın hayatı boyunca yaşadığı değişimi ve duruşu anlamlandırmada mutlaka bir şeyler eksik kalır. Nitekim en basit göndermeyle 90’lı yıllarda sadece Kürtleri değil dönemin bir diğer ötekisi türbanlıları, İslamcıları ve Alevileri de savunan bir çizgisi oldu. Güneşli güzel günlere inanan, düşleriyle sınırsız diretmişliğiyle genç bir çizgiydi bu. Sürgün günlerindeki Paris'teki basın toplantısında yaptığı açıklamada da bu diretmişliği görmek olası:

Hiç doğru anlaşılmadım. Buna rağmen şansımı inatla zorlamaktan yanayım. Bunun bedeli benim yaşadığım topraklardan, ülkemden, halkımdan, işimden, ailemden, sevenlerimden koparmak bile olsa ben ceketimi daima yağmurlara asacağım. Bir gün birileri nasılsa Kürt asıllı olduğu için Kürtçe bir tek şarkı söylemek isteyen bir adamın hiçbir ülkeyi bölmediğinin öyküsünü yazacak ve bu öyküyü okuyanlar şarkı söyleyen insanlardan ve şarkılardan korkulmaması gerektiğini anlayacaklardır. Ben klasik bir kadere teslim olmak istemiyorum ve öldükten sonra değil, şimdi anlaşılmak istiyorum.

Sürgünde hırçın depremlerle sarsılan, yaşadığı depremleri hatırlayıp, bir değil bin bir kere sırat köprüsünden geçen Ahmet Kaya, yaşamak isterken delice, 16 Kasım 2000’de öldü. Üşüdü ölüm bile... Ancak böyleymiş kara yazısı... Düşündüğün gibi olmadı ama, ölsen duyan oluyor işte gözüm, şu feleğin işine bak! Çok önce vedalaşmıştın bizimle:

hoşçakalın anılarımı bıraktığım insanlar,
mutluluğu için dövüştüğüm insanlar,
yedi bölge, dört deniz,
yedi iklim, altmış yedi şehir,
okullar, mahalleler, köprüler, tren yolları...
deniz kıyıları, balıkçı motorları, takalar,
asfalt yolu boyu dizilmiş fabrikalar,
ve işçiler ve köylüler...
hoşçakal ülkem
hoşçakal anne, hoşçakal baba, kardeşim,
hoşçakal sevgilim, hoşçakal dünya,
hoşçakalın dünyanın bütün halkları,
sınırlı olmayan mekâna,
sınırlı olmayan zamana gidiyorum ben;
en sevda halimle, en yaşayan halimle,
gidiyorum dostlarım,
hoşçakalın, hoşçakalın...

Yalanmış hepsi yalan... Savrulup gitmek varmış böyle. Marş söylemeden ölmenin yakışmadığının bilincinde bir sanat adamı olan Ahmet Kaya'nın kırgın ve bitkin gittiği ortada. Ağlama gözbebeğim, ağlama iki gözüm biraz daha dur dercesine. 

Nedir bu başımdaki felaket?
Kırk yıldır sefalette bu Ahmet.
Kefenimi alın dikin bir zahmet,
Gömün beni gömün beni bir başıma...

Nihayetinde gömdüler onu bir başına. Kısacası yani yok artık şimdi, birazdan uyanıp ateşi karıştırıp, bir cigara saramayacak. Yazık oldu şu üretken ömrüne! Çivilere zapteyledi bizi de. Sonbahar damlarken damlarımıza biz de onunla sarardık, üzüldük. Aramızda yüzyıllık zaman var artık. Lan gardaş bu nasıl yara? Göçüp giderken bellenmeyen türküleri düştü dillere... Linç edilmesinde suç ortağı olanların bazıları  ölümün üzerinden 10 yıllık bir süre sonra Ahmet Kaya’nın itibarını iade etme arayışı içerisine girse de ne fayda? Hep sonradan, sonradan geliyor akılları başlarına... Birazda siz ağlayın, söylediklerini tarihle yargılamayanlar... Artık bu türden linçler son olsun be, bu son olsun. Üstelik henüz Ahmet Kaya'yı idrak edemeyenler var aramızda. Hâlâ bizden kilometrelerce uzakta yerin dibinde yatan ve bir daha beste yapıp, yorumlayamacak olan birinin şarkılarından korkanlar var. Ne beter çizgidir bu? Bu ne çıldırtan denge? Yine de onun müziğini ve sahici sanatçılığını yüceltmekten öte bir şey değil yaşadıkları. Öyle avutabiliriz kendimizi. Bitmeseydi, olmasaydı sonun böyle! 

Rahat uyu gözüm! Dünyada şarkılar misali yaşayansın sen!

Mahsus Mahal

0 Yorumlar:

Yorum Gönder